Taşınır satış sözleşmesi, karşılıklı iki tarafa borç yükleyen bir sözleşmedir. Satıcının borcu taşınırın zilyetliğini mülkiyeti geçirmek amacıyla alıcıya devretmektir. Alıcının borcu ise taşınır satış bedelinin ödenmesi ve satılan taşınırın devralınmasıdır.
Taşınır denilince aklınıza ne gelir? Uzunca bir liste olduğuna eminim. Şu an bu yazıyı okuduğunuz bilgisayar, cebinizdeki cep telefonu, oturduğunuz koltuk, önünüzdeki masa…
Türk Borçlar Kanunu 209.maddesine göre;
Taşınır satışı, Türk Medeni Kanunu uyarınca taşınmaz sayılanlar dışında kalan ve diğer kanunlarda taşınır olarak belirtilen şeylerin satışıdır. Ürünler, bir yapının yıkıntıları ve taş ocağından çıkarılacak taşlar gibi, taşınmazdan ayrıldıktan sonra mülkiyeti devredilecek bütünleyici parçaların satılması da taşınır satışıdır.
Kanun, taşınır tanımını olumsuz şekilde yaparak ne olmadığını söylemiştir. Haklı bir tanımdır bu çünkü taşınırları saymak mümkün değildir. Peki anılan hükümde bahsedilen taşınmaz sayılanlar nelerdir?
Medeni Kanun’un Eşya Kitabındaki belirli maddeler bize taşınmazları sınırlı olarak saymıştır. Buna göre;
Taşınmaz olarak sayılmıştır.
Taşınır satış sözleşmesi herhangi bir resmi şekli tabii değildir. Bununla birlikte taraflar bu sözleşmenin belirli bir şekil yapılmasını kararlaştırdıkları halde bu şekle uyulması bir zorunluluktur ve şekle uymamanın sonucu sözleşmenin geçersizliğini gündeme getirir.
Ancak belirtmek gerekir ki taşınır çok geniş bir kapsam olduğundan sadece Türk Borçlar Kanunu kapsamında bir değerlendirme hatalı olacaktır. Belirtmek gerekir ki Türk Borçlar Kanunu’nun taşınır satışına ilişkin hükümleri, genel hükümlerdir. Örneğin;
Yukarıda anılan özel düzenlemeler göz önünde bulundurularak taşınır satış sözleşmesi hazırlanmalıdır.
Yarar ve hasar kavramları, taşınır satış sözleşmesi özelinde çokça düzenlemeye konu olmuştur. Satış sözleşmesinin konusu olan taşınır, özellikle sözleşmenin düzenlenmesi ile ifa anı arasında geçen süre boyunca taşınır ve üzerindeki yararın ve hasarın kime ait olacağı birincil ölçüde önemlidir.
Türk Borçlar Kanunu 208.maddesine göre;
Kanundan, durumun gereğinden veya sözleşmede öngörülen özel koşullardan doğan ayrık haller dışında, satılanın yarar ve hasarı taşınır satışlarında zilyetliğin devri anına kadar satıcıya aittir.
Taşınır satışlarında, alıcının satılanın zilyetliğini devralmada temerrüde düşmesi durumunda zilyetliğin devri gerçekleşmişçesine satılanın yarar ve hasarı alıcıya geçer.
Satıcı alıcının isteği üzerine satılanı ifa yerinden başka bir yere gönderirse, yarar ve hasar, satılanın taşıcıya teslim edildiği anda alıcıya geçer.
Yukarıda anılan madde uyarınca satılanın yararı ve hasarı kural olarak zilyetliğin devrine kadar satıcıya aittir. Örneğin yemek masası konulu bir taşınır satış sözleşmesinde, aksi belirtilmediği sürece sözleşme konusu yemek masasına ait ortaya çıkabilecek her türlü yarar ve hasar, yemek masasının zilyetliğinin devrinin alıcıya yapıldığı ana kadar satıcının üzerinde olacaktır. Bu durum istisnası ise iki halde mümkün olur. Eğer alıcı zilyetliği devralmada temerrüde yani gecikmeye düşerse sanki zilyetlik devredilmiş olarak hüküm doğurur. Keza satıcı, alıcının isteği üzerine taşınır, sözleşmede kararlaştırılan ifa yerinden başka bir yere gönderirse de bu sefer yarar ve hasar taşınırın taşıyıcıya örneğin kargo şirketine teslim edildiği anda yarar ve hasar alıcıya geçer.
Bu durum uygulamada özellikle kargo şirketleriyle alıcı arasında yaşanan, taşınırın hasarına dair durumlarda gündeme gelir. Alıcının her türlü durumda, mutlaka taşınırı teslim almadan önce kargo görevlisi taşıyıcı nezdinde kontrol etmesi gerekir. Bu sayede olası bir yarar-hasar geçişi durumundan azami ölçüde etkilenmiş olacaktır.
Girişte belirtildiği üzere, taşınır satış sözleşmesi karşılıklı iki tarafa borç yükleyen bir sözleşmedir. Satıcının asıl borcu, taşınırın zilyetliğini mülkiyeti geçirmek amacıyla devretmesiyken alıcının asıl borcu ise sözleşmede kararlaştırılan satış bedelini ödemek ve taşınır devralmaktır. Bu asıl borçlar yanında beraber gelen bir takım başka yükümlülüklerde bulunmaktadır. Bunlar taşınır satış sözleşmesinde belirtilebileceği gibi aslında Türk Borçlar Kanunu hükümlerinden de çıkartılabilir.
Satıcın asli borcuna ek olarak Türk Borçlar Kanunu 210.maddesi vd. göre;
Ayıp, satış sözleşmesine konu taşınır üzerinde satıcının, alıcıya karşı herhangi bir surette bildirdiği niteliklerin satılanda bulunmaması veya kullanım amacını bakımında değerini ve alıcının ondan beklediği faydaları önemli ölçüde azaltan maddi, hukuki ya da ekonomik göstergelerdir.
Örneğin, bir mobilya mağazasında satın aldığınız koltuğun bir ayağının kırık olması ya da oturma kısmındaki yayların oturmayı engelleyecek kadar sert olması bir ayıp örneğidir. Ayıp, sözleşmeye konulu taşınır özelinde incelenmelidir.
Peki ayıptan sorumluluk kime aittir? Kanun koyucu, satıcının ayıpların varlığını bilmese bile onlardan sorumlu olduğunu düzenlenmiştir. Ancak ardından şöyle devam etmiştir;
Kanun, çoğu zaman satıcı karşısında dezavantajlı grup olan alıcının haklarını koruyarak ayıp konusunda ağır kusurun bulunduğu hallerde, yapılan her türlü sorumsuzluk anlaşmasını kesin olarak hükümsüz kılmıştır. Bahsedilen ağır kusur, her sözleşme özelinde değerlendirilmelidir.
Türk Borçlar Kanunu 222.madde hükmüne göre;
Satıcı, satış sözleşmesinin kurulduğu sırada alıcı tarafından bilinen ayıplardan sorumlu değildir. Satıcı, alıcının satılanı yeterince gözden geçirmekle görebileceği ayıplardan da ancak böyle bir ayıbın bulunmadığını ayrıca üstlenmişse sorumlu olur.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun verdiği karara göre;
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, ikinci el araç satışlarında satıcının satış öncesi alıcıyı, aracın tümüyle hasarlı (pert-total) olduğu konusunda bilgilendirmesinin gerekip gerekmediği, buradan varılacak sonuca göre satıcının ayıptan sorumlu olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle, uyuşmazlığın temelinde yatan ayıp kavramı üzerinde durmakta yarar vardır;
Dava tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun 194. maddesi ile 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 219. maddesine göre; bir maldaki ayıp, satıcının zikir ve vaat ettiği vasıflarda veya niteliği gereği malda bulunması gereken lüzumlu vasıflarda eksiklik olmak üzere iki türde ortaya çıkabilecektir. Bunlardan ikinci tür olan yani lüzumlu vasıflarda eksiklik şeklinde ortaya çıkan ayıptan bunun varlığını bilmese dahi satıcı sorumludur. Ayıp, maddi, hukuki ya da ekonomik eksiklik şeklinde ortaya çıkabilir.
Tüketici hukuku ile ilgili ayıba ilişkin düzenleme ise dava tarihinde yürürlükte bulunan 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 4. maddesinde yer almaktadır. (6502 sayılı TKHK m. 8, 9, 10 ve 11)
Anılan maddenin birinci fıkrasında “Ambalajında, etiketinde, tanıtma ve kullanma kılavuzunda yer alan veya satıcı tarafından vaat edilen veya standardında tespit edilen nitelik ve/veya niceliğine aykırı olan ya da tahsis veya kullanım amacı bakımından değerini veya tüketicinin ondan beklediği faydaları azaltan veya ortadan kaldıran maddi, hukuki veya ekonomik eksiklikler içeren mal veya hizmetler, ayıplı mal veya ayıplı hizmet olarak kabul edilir” denilmekte, devam eden fıkralarda ise buna ilişkin biçimsel koşullar sayılmaktadır.
Görüldüğü üzere Borçlar Kanunundaki ayıp kavramı ile 4077 sayılı Kanununun 4. maddesinde yer alan ayıp kavramları birbiri ile örtüşmektedir.
Borçlar Kanunu’nda tanımını bulan ayıba karşı tekeffül, satılan şeyin satıcının zikrettiği vasıfları taşımamasından veya bu şeyin değerini sözleşme gereğince ondan beklenen yararları azaltan veya kaldıran eksiklikler bulunmasından satıcının sorumlu olmasıdır (TANDOĞAN, H.: Özel Borç İlişkileri, C. I/1, Ankara 1988, s. 163; YAVUZ, C.: Türk Borçlar Hukuku, Özel Hükümler, İstanbul 2007, 7. Baskı, s. 97).
Ayıba karşı tekeffül borcu, satıcının mülkiyeti geçirme borcunun tamamlayıcısıdır. Aynı zamanda
satıcının bu borcu kanuni bir borç mahiyetindedir (YAVUZ, N.: Ayıplı İfa, Ankara 2010, 2. Baskı, s. 91- 92).
818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun 196. maddesi ile 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 221. maddesine göre satıcı, satılanın ayıbını alıcıdan hile ile gizlemiş ise satımda tekeffül hükmünü kaldıran veya sınırlayan her şart batıldır. Satıcı, tekeffül ödevini kaldırırsa kendisi ve karşı akit için gizli kalmış olan ayıplardan sorumlu olmak istemediğini belirtmektedir. Bu nedenle böyle bir açıklamanın bağlayıcı olabilmesi, satıcının kendisince bilinen ayıpların alıcıdan saklı kaldığını ve diğer ayıpların gerçekten tarafından bilinmeyen ayıplar olduğunu kabul ettiğini gerekli kılar.
Bu ilkeler gereğince her kim, alıcının sözleşme yapılırken ayıpları henüz bilmeyeceği ve yalnız bu nedenden onun için zarar verici olan tekeffül görevinin kaldırılmasına razı olacağı üzerine spekülasyon yaparsa, hileli davranıyor demektir. Satıcının hilesi durumunda, tekeffül borcunu sınırlayan ya da kaldıran sözleşme kayıtları sonuç doğurmaz.
Durumun gerekli kıldığı, muayene ile anlaşılamayan ayıplar, gizli ayıptır. Alıcı gizli ayıpları araştırmakla yükümlü değildir. Fakat onları meydana çıkar çıkmaz hemen ihbar etmelidir (YAVUZ, N.: s. 106-107).
Bile bile aldatma yani hile varsa satıcı ne tam zamanında ayıpların ihbar edilmediğine ne de kısa zamanaşımı süresine dayanabilir. Bu durumda 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun 125 ve 126. Maddeleri ile 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 146. ve 147. maddeleri uygulanır. Hileli davranış, ayıpları aldatıcı olarak söylememede ya da alıcının malı muayene etmemesine ya da ayıpları bildirmeden ya da tekeffül talep haklarını korumak için zorunlu olan başka önlemlerden vazgeçmesine aldatıcı eylemleriyle sebebiyet vermede bulunur.
Alıcının ayıpları bildiğini ya da bilmesi gerektiği konusunda ispat yükü satıcıya aittir. Zira bu suretle satıcı yasal olarak kendisine düşen bir sorumluluğu reddetmektedir. (YAVUZ, N.: s. 101).
Somut olaya gelince; davaya konu aracın 23.12.2007 tarihinde meydana gelen kaza neticesinde hurda haline geldiği ve sonrasında onarıldığı, davalının aracı 06.11.2008 tarihli araç satım sözleşmesi ile dava dışı üçüncü kişiden satın aldığı ve 24.05.2010 tarihli araç satım sözleşmesi ile davacıya sattığı uyuşmazlık konusu değildir. İspat yükü üzerinde olan davalı–satıcı, satış öncesi aracın ayıplı olduğu konusunda alıcıyı bilgilendirdiğini veya alıcının bu hususu bildiğini ispatlayamamıştır. Kaldı ki lüzumlu vasıflarda eksiklik şeklinde ortaya çıkan ayıptan bunun varlığını bilmese dahi satıcı sorumlu olur.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2014/1401 K. 2016/1060 16.11.2016
Aslında yukarıda alıntılanan Yargıtay kararı, satıcının ayıba karşı sorumluluğunu çok güzel bir şekilde özetlemektedir.
Hayatın olağan akışında en çok karşılaştığımız sözleşme türü aslında taşınır satıl sözleşmesidir. Bu sözleşme tipi çok geniş bir alanda karşımıza çıkar. Kitapçıdan aldığınız dergi, marketten aldığınız süt, internetten aldığınız cep telefonu…
Bunların hepsi aslında özünde taşınır satış sözleşmesidir. Ancak zamanla ticari ilişkilerin gelişmesiyle beraber bazı taşınır satış sözleşmeleri için özel düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin Mesafeli Sözleşmeler Yönetmeliği aslında Taşınır Satış Sözleşmesinin uygulama alanına giren özel bir düzenleme niteliğindedir ve internet üzerinden, e-posta yahut telefon yoluyla yapılan satışlara ilişkin sözleşmeleri düzenler. Bu demek değildir ki Türk Borçlar Kanunu’nun taşınır satış sözleşmeleri geçerli değildir. Özel düzenlemeler öncelikle yürürlükte olup hüküm bulunmayan haller de genel düzenlemeler geçerlidir. Her halükârda önceliğimiz tarafların iradesini yansıtan sözleşme metni olmalıdır. Ardından bu metnin kanuna karşı değerlendirilmesi gerekir. Özellikle 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun ile çoğu kez alıcının tüketici konumunda olduğu ve satıcının ticari amaçla düzenlediği taşınır satış sözleşmelerinde alıcı lehine hükümler bulunmaktadır.
Hayatın her alanında değişik formatlarda karşımıza çıkan taşınır satış sözleşmeleri, ticari hayatın olmazsa olmazlarındandır. Satıcı ve alıcıların haklarını ve keza borçlarını bilerek hareket etmeleri daha güvenilir bir ticaret hayatı için vazgeçilmezdir.
KAYNAKÇA: